Hikaye

Son Kelebek

Yine uzaktan gülümsüyor Güneş. Gözleri kör eden, soğuk kalpleri bile ısıtabilen ve bazen kendine aldandırıp hasta eden ışığı pırıl pırıl… Bazen de bembeyaz bulutları perde ediyor kendine, saklanıyor. Bulutlar kâh pamuk kâh pamuk şekeri…

Bir kelebek uçuşuyor gökyüzünde. Rengarenk kanatları kendi bedeninden de büyük. Renkler ki bir o kadar ters birbirine ve bir o kadar da uyumlu. Açık bulduğu pencereden içeri giriyor. Güneş ışığı odayı kaplamış. Genç bir adam hala uyuyor yumuşacık yatağında. Kim bilebilir ki bugün doğum günü olduğunu?

Genç adam rüyasının son safhalarına gelmişken uyku yavaşça bırakıyordu onu kollarından. Yatağında bir sağa bir sola kıpırdanıyorken gözlerini araladı. Gözleri kamaştıran güneş ışığına inat o kocaman açtı gözlerini. Pencere tarafında hemen yatağının yanında duran komodinin üzerindeki resme ilişti gözleri, her zaman ki gibi.

“Çikolatam…” Dudaklarından dökülen fısıltı… Ona “Çikolatam” diye seslendiği her an sinirlenirdi sevgilisi. Onun kahverenginin en güzel tonunu taşıyan gözleri daima en sevdiği çikolatayı anımsatırdı genç adama. Herkesin imrenerek baktığı bir ilişkileri vardı. Saniye başı kavga eden, sevmeyi bilmeyip ‘seviyorum’ diye ortalıkta gezinen insanlara inat onlar birbirlerine bir yazar ve yazarın kitabı gibi bağlıydılar. Biri olmazsa diğeri de olmazdı, olamazdı.

Sendeleyerek ayağa kalktı. Banyoya doğru ilerlerken önünden geçtiği kitaplığa takıldı gözü. Hep yaptığı gibi eline gelen ilk kitabı aldı ve açıp altını çizdiği herhangi bir bölümü okumaya başladı.

O zamanlar tek hedefim oyunu kazanmaktı. Oyun? Ne kadar da basit. Herkese hatta her şeye karşı inadına yaşamaktı çocukluk. Değerini sonra anladım.

…  

     Zamanı geriye sarıp tekrar tekrar yaşamak istediğim o kadar çok şey vardı ki…” diyordu yazar. *

Çocukluğum… Ben olsam geri dönmek istemezdim herhalde. Neden nefret ederdi ki insan çocukluğundan? Neden insanı çocukluğundan nefret ettirirlerdi?

Yüzünü yıkadı, uyurken darmadağınık olmuş saçlarını düzeltti sonra odaya geri dönerek telefonuna baktı. Ne bir arama vardı ne de bir mesaj. Kalbi incinmiş, içinde ufak bir fırtına kopmuştu. Sevgilisi özel günleri asla unutmazdı.  Biraz düşündükten ve onun geçirdiği zor günleri anımsadıktan sonra kendisi aramaya karar verdi. Ahizeden gelen ve aramanın yönlendirildiğini belirten sesi dinlerken içeren gelen bir melodi duydu. Bu… onun telefonu çaldığında duyulan melodiydi.

Acaba döndü mü? Ama dönmüş olsa mutlaka haber verirdi… Kafasının içinde dolaşan düşüncelerle salona doğru yürümeye başladı. Gerçekti… Sevgilisinin telefonu masanın üstünde duruyordu.

“Bir tanem… Ne zaman geldin? Geldiğini hiç duymamışım. Keşke haber verseydin.” Bekledi ama cevap alamadı. Bırakın cevap almayı evde tık bile yoktu. Bütün odalara tek tek baktı, saklanabileceği her yere göz attı ama yoktu. Ev bomboştu.

Karşı komşusuna bir şey görüp görmediğini sormak istedi. Kapısını tıklattı, tıklattı ama ne kapıyı açan biri vardı ne de evden gelen bir ses.

Üstüne hırkasını bile almadan hızlıca dışarı çıktı. Her gün insan seline uğrayan kaldırımlarda ruh bile yoktu bugün. Sokak bomboştu.

İyice korkmaya başlamıştı. Evinin bahçesine doğru yürüdü. Her sabah mutlaka bahçeye inip küçük dostlarını izlerdi. Onlar Onur’a her daim hayatın zorluğunu hatırlatırdı.  Ama bugün küçük dostları yoktu.  Evlerine götürecek yemek arayan karıncalar bugün yoktu. Ne bir karınca vardı ne de bir böcek… Toprak bomboştu.

Kafasını semaya kaldırdı. Dünyanın sessizliği gökyüzüne de yansımıştı. Onur hep yeryüzü ve gökyüzünün uyumunu düşünürdü. Dünya çok fazla şeye sahipti ve onun aksine gökyüzü sadece maviydi. Bazen de korkutucu derece de siyah olurdu. Ama ikisi her daim birbiriyle uyumluydu. Her zaman oldukları gibi şimdi de uyumluydu gökyüzü ve yeryüzü. Her daim gökyüzü kendini yansıtırdı yeryüzüne. Şimdi ise tam tersiydi. Yeryüzü bütün sessizliğini gökyüzüne yansıtmıştı. Ne uçan bir kuş vardı ne bir kelebek ne de bir arı. Sanki her şey, herkes yok olmuştu. Gökyüzü bomboştu.

Evine geri dönüp televizyonu açtı. Her kanala tek tek baktı fakat kanallarda iç içe geçmiş siyah beyaz noktalardan başka hiçbir şey yoktu. Televizyon bile bomboştu. Küçükken fırtına olduğu zamanlarda Onur televizyondaki çizgi filmleri tekrar izleyebilmek için saatlerce televizyon başında bekleyip bu siyah beyaz noktaları izlerdi. Annesi eve yıldırım düşebileceğini, televizyonu kapatması gerektiğini, bunun tehlikeli olduğunu söylerdi ama o, annesini hiçbir zaman dinlememişti.

Tekrar dışarı çıktı ve ıssız kaldırımlarda yürümeye başladı.

Nefret ediyorum hepinizden. Umarım bir gün hepiniz yok olursunuz. Kafasının içinde yankılanmaya başladı cümleler. Küçücük bir çocukken söylemişti bunları. Oyun…

“O zamanlar tek hedefim oyunu kazanmaktı.” Ama kazanamamıştı.

Boş kaldırımları tekmeleyerek yürürken önünden geçtiği marketin otomatik kapısı açılınca hiç sorgulamadan içeri girdi. Her seferinde elleri boş çıktığı markette tek başına olması garip hissettirmişti. O an canı ne istiyorsa aldı. Kasaya geldiğinde para ödemek zorunda olmadığını bir daha hatırladı.

Neler oluyor Dünya’ya? Sözlerim bir dua bile değildi, gerçekleşmiş olmaz. Selen’in evine gitmeliyim. Selen anneannesi vefat ettiği için Eskişehir’e gitmişti üç gün önce. Hala da dönmemişti. Ona ulaşamazdı çünkü telefonu Onur’un evinde masanın üstündeydi. Peki o telefon oraya nasıl gelmişti? Kendine güldü Onur. Dünyada kendinden başka tek bir insan bile kalmamıştı belki de. Kim ölmüş kim kalmış kime ne olmuş umurunda bile değildi. Tek istediği Selen’in yanında olmasıydı.

Oysa bugünü daha farklı hayal etmişti. On dokuzuncu yaş gününde her şey daha iyi olacaktı hayallerinde, dünyadaki hiçbir şey yok olmayacaktı. Nereden bilebilirdi ki sekiz yaşındaki bir çocuğun ettiği ergence bir sitemin günün birinde gerçek olabileceğini?

Bir yandan aldıklarını yiyerek karnını doyurmaya çalışıyordu, bir yandan da Selen’in evinin yolunu tutmuştu. Kapıyı nasıl açacağını düşünüyordu bir yandan da. Bir süre yürüdükten sonra Selen’in evine ulaşmıştı. İçeri nasıl gireceği konusunda bir yığın şey kurmuştu kafasında ama bunların hiçbirine gerek kalmamıştı çünkü evin kapısı açıktı. Temkinli bir şekilde eve girdi. Oysa ki kendini bu kadar kasmasına gerek yoktu, kısa süre sonra anlamıştı bunu çünkü ev bomboştu. Dünyadan bir farkı yoktu bu evinde. Ne farkı olmasını beklemişti ki zaten? Sonuçta bu ev de bu Dünya’nın bir parçasıydı.

Eve girer girmez kendini sevgilisine çok uzak hissetti, onu çok özlemişti. Direkt Selen’in odasına gitti. Çalışma masasının üzerinde bir yığın kâğıt duruyordu. Selen’in bu kadar kâğıda ne ya da neler yazdığını merak ederek okumaya başladı.

Sevgilim, görmediğini düşün, kapat gözlerini. Kapkaranlık… Hiçbir şey yokken, sen yokken sadece karanlık. Sonra bir de duymadığını ekle buna. Sessizlik… Çıt yok. Hiçbir şey duymuyorsun. Sonra koku almadığını… Ve dokunsan da sana dokunsalar da hissetmediğini… Yani beş duyunla hiçbir şeyi fark etmediğini düşün. Sessiz bir karanlıkta hissiz bir şekilde belki de ölümde gibi… Korkutucu değil mi? Sen olmazsan ben böyleyim işte. Ama en doğrusu olmaman. Yokluğunun bana ve sana getireceklerini bile bile gidiyorum senden. Mecburen… İstersen kendimi düşünüp bencillik ettiğimi zannet. Ama bil ki kendimi değil seni, senin iyiliğini düşündüğüm için gidiyorum. Bugüne kadar hiç anlatmadım sana ama tanıştığımız ilk günden beri ailemden kimse onaylamadı seninle olmamı. Onur beni affet. Senden asla vazgeçmedim, vazgeçemedim, vazgeçemezdim… Sen bana nasıl aşıksan ben de senin bana âşık olduğun kadar aşığım sana.

Ayrılığı seçtin mi her şeyi götüreceksin yanında sevgilim. Geriye hiçbir şey kalmayacak. Gittin mi adam akıllı gideceksin ama ben beceremiyorum. Sesini her duyuşum, kokunun her burnumu dolduruşu, gözlerimin gözlerini her buluşu beni sana daha fazla bağlıyor. Söylesene nasıl vazgeçebilirim senden? Ve seni geride bırakıp sana edeceğim haksızlık… Şu satırları yazarken kendimden nefret ettiğim kadar hiç kimseden, hiçbir şeyden nefret etmeyeceğim, edemeyeceğim.

     Giderken sadece bedenimi götürüyorum, kalbimi sürgün ediyorum ve duygularımı öldürüyorum. Bil ki, senden sonrası olmayacak benim için. Ama senin için benden sonrası yeni bir hayat olmalı, daha mutlu olmalısın. Beni benden de iyi tanıyorsun sevgilim, o yüzden ne hissettiğimi ve ne durumda bu mektubu yazdığımı az çok anlayacaksın biliyorum. Üzülmeni asla istemiyorum. Sen de artık beni değil kendini düşün ama hastalığını sakın takma kafana. Ben bile öğrendiğim gün sabaha kadar ağlamışken sana bunları söylemem saçma belki ama benim istemeden kırdığım kalbini sen daha fazla paramparça etme ne olur…

     Gitmeden önce sana bir şarkı bırakıyorum hem de bana bunu asla yapma dediğin bir şeyi yaparak. Özür dilerim ama bunu yapmak zorundayım. Bir ağustos sabahı yazıyorum çünkü bu satırları.

Buradaysan hep kal benim ol.                                                                                

Korkarsan yine kal benim ol.                                                                               

Sanırım bu seni son defa görüşüm.                                                                 

Eylül’ü sen nerden bilesin?

Bu evde hazır yerin var.

İkimiz için yüreğim var.

AĞUSTOS SIRILSIKLAM.                                                                  

Elveda…

“…Kabası alınmış bir ev gibiyim, uzaktan bakınca temiz. Dokunan anlar ancak gizlenilmiş kirliliğimi. O perde aslında hakiydi, zamanla kahverengileşti. Parmakların anlatmalı. Bu sessizlik sakın kulaklarını aldatmasın. Parmak uçlarınla yürü hatıralar uyanmasın. Şu an kendini yalnız bildiğin kadar kalabalıktasın. Korkuyorsun farkındayım. Geri adım at ya da korkuna kaşları çat. Yüzleşmeye değecek bu inat. E hadi göster yüreğin varsa. Nefesini tut. Son sözlerini de yut. Öldürmez seni aşk…”

Bir yandan ağlıyor bir yandan şarkıyı söylüyordu Onur. Kalbi tuz buz olmuştu. Hiçbir darbe bu kadar ağır gelemezdi kalbine.

Hastalığım… Keşke kopsaydı kalbimdeki damarlar ve o an ölseydim bu kadar koymazdı belki ayrılık, bu kadar ağır gelmezdi. Ne yapacağım, nasıl yaşayacağım sensiz Selen. Ağlıyordu, katıla katıla ağlıyordu hem de. Sensiz yaşayamam Selen…

     Sevgilisinin yatağına uzandı. Bir yandan ağlıyordu bir yandan da düşünüyordu. Ve bir süre sonra uykuya daldı. Uyandığında saat öğleni biraz geçiyordu. Sanki onu terk ediyormuş gibi hissederek çıktı evden.

Dünya’da kimse kalmadıysa yani sadece ben varsam… Her şeyi yapabilirim, istediğim her şeye sahip olabilirim. Ama benden başka kimse yoksa her şeyin benim olmasının ne kıymeti ne değeri var ki? Ehliyetim bile yok. Ne araba ne uçak ne de tren kullanabilirim. Bırak arabayı, uçağı, treni daha doğru düzgün bisiklet bile süremiyorum ben. Allah’ım bana yardım et, bir yol göster ne olursun. Ne yapacağım ben şimdi…

     Boş boş dolaştı sokaklarda Onur. Önce lunaparka gitti ama hiçbir şey yapamadı. Sonra alışveriş merkezine gitti. Kendine son model bir telefon aldı oradan ve yepyeni en pahalı olanlardan kıyafetler… Onu sorgulayacak, yargılayacak kimsecikler yoktu etrafında ve aldıklarına sahip olmasının o an bir değeri olmadığını da biliyordu Onur. Tek başına olmak sıkıcıydı ama her şeye sahip olmak onu mutlu etmiş biraz olsun unutturmuştu kalbindeki sızıyı. Yorulduğu an istediği yerde uyuyabiliyordu, istediğini yiyor, içiyor, giyiyordu. Daha önce hiç bu kadar özgür hissetmemişti kendini. Yapabileceği her şeyi yaptı.

İki gün olmuştu her şey başlayalı. Ama iki gün Onur’a iki bin yıl gibi gelmişti. Gece yarısı sona ermek üzereydi ve gün doğumunu izlemek için sahile gitti. Bir şezlonga oturdu ve güneşin doğuşunu izledi.

Bir daha da kalkmadı o şezlongdan. Burada oturarak ölümü beklemeye karar vermişti. Yapmak istediği her şeyi yapmış, elde etmek istediği her şeyi elde etmişti ama daha fazla ne yapabilir, nasıl yaşayabilirdi bilmiyordu. Biraz daha böyle devam ederse şizofreni olacaktı.

Saatlerce denizi izleyerek ve denizle konuşarak oturdu orada. Her şeyden, yaşamdan bile ümidini kesmişti. Derken denizde bir kıpırtı gördü. Yüzerek ona doğru yaklaşıyordu biri. Yaklaştıkça yüzü, saçları, gözleri daha da fark ediliyordu.

Onur heyecanla oturduğu şezlongdan kalktı. Ağlamakla gülmek arasında bir duyguda kalmıştı. Ne hareket edebiliyordu ne de bir şey söyleyebiliyordu. En sonunda ağzından tek bir kelime döküldü.

“Çi-kolatam…”  Ve ona doğru yüzen sevgilisi bir anda kayboldu.

 

Son kelebeğe ne olmuştu peki? Onun bu hikayedeki görevi son olmaktı. Onur gözlerini açar açmaz o da kaybolmuştu her şey, herkes gibi.

*Merve Nur Demirtaş’ın Kelebek İzleri isimli kitabından alıntı yapılmıştır.

İlgili Makaleler

4 Yorum

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Başa dön tuşu